29 Kasım 2015, Türkiye – Avrupa Birliği ilişkileri açısından önemli günlerden biri oldu. Neredeyse son on yıldır durma noktasına gelen Türkiye’nin AB’ye üyeliğine yönelik olarak bu on yıllık duraklamanın ardından her iki taraf da birbirine doğru ilk kez bir adım attı.

Neden bu kadar zaman sonra böyle bir adım atıldı?

29 Kasım 2015 görüşmelerini “mecburi” kılan en önemli gelişme, Suriye’deki iç savaş oldu. Avrupa Birliği önceleri görmezden geldiği savaşın önemini, mültecilerin göç dalgası ile mesele kendi topraklarına sıçramaya başladığında kavramaya başladı. e e yandan Suriye’deki kaos ortamının yarattığı İŞİD belasının en önemli eylem alanının da kendi toprakları olduğu Paris saldırıları ile birlikte net bir şekilde görüldü. Bir yanda karşı karşıya kaldığı bir insanlık dramı ve AB değerleri, öte yanda ise yaşadığı ekonomik krizi atlamadan karşı karşıya kaldığı mülteci akını. Bu noktada ise sarılacağı tek dalın Türkiye olduğunu da uzun bir beklemenin ardından gördü.

Türkiye ise bu bağlamda Suriyeli mülteci akını ve bölgedeki kaosun yarattığı sonuçlardan en fazla etkilenen ülkelerin başında geliyor. Suriye meselesinin başlangıcından bu yana (Nisan 2011) Türkiye, biraz da gereğinden fazla bu süreçte rol üstlenmeye çalıştı. Nitekim özellikle Suriye’deki muhalif gruplara verdiği destek de çok fazla tartışıldı.

Floransa merkezli Göç Politikaları Merkezi’nin yaptığı çalışmaya göre Türkiye’de kayıtlı Suriyeli mültecilerin sayısı 1.938.999’a ulaşmış durumda. Bu özelliği ile Türkiye şu an dünyada en fazla mültecinin yaşadığı ülke. Suriye krizinde Türkiye’yi 1.113.941 ile Lübnan, 629.245 kayıtlı mülteci ile Ürdün izliyor. AB-28’de ise kayıtlı mülteci sayısı 310.140’a ulaşmış durumda. Ancak AB-28 rakamları büyük bir hızla artıyor. Örneğin Almanya’da kayıtlı mülteci sayısı 2014 yılına göre 4 kat artarak bu yılın ilk on bir ayında 964.574’e ulaşmış durumda. Türkiye sayısı 2 milyonu bulan mültecilerin 261.301’ine (TİSK Raporu www.tisk.org.tr) kurduğu kamplarda yaşam imkanları sunarken, çok büyük bir kısmı ise başta Şanlıurfa, Hatay, İstanbul ve Gaziantep başta olmak üzere Türkiye’de bir çok bölgede yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar.

Bir çok Suriyeli için Türkiye özellikle AB’ye geçiş için önemli bir uğrak yeri olarak görülüyor ve bu yaz Türkiye medyasında da sık sık gördüğümüz gibi Ege Denizi üzerinden ciddi bir mülteci grubu Yunanistan ve oradan da Avrupa’ya geçmeye çalışıyor. Bu noktada AB mülteci akınını yavaşlatmak ve en azından planlayabilmek için Türkiye ile anlaşma masasına oturmak zorunda kaldı. Türkiye ise üzerindeki Suriye yükü ve içerde hükümetin yaşadığı artan demokratikleşme kaygılarına karşı AB’yi bir koz olarak kullanmaya çalışıyor.

29 Kasım’da yapılan toplantı ile bu temelde iki taraf da daha önce üzerinde tartıştıkları planın uygulanması konusunda anlaştılar. Bu anlaşmada Türkiye, AB üyelik sürecinde yeni müzakere başlıklarının açılması, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vize serbestisi gibi konuların yanı sıra ilk etapta Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin durumunun iyileştirilmesi için 3 milyar Euro’luk bir mali yardımın hayata geçirilmesi yer aldı. Özellikle bu anlaşmanın AB’nin sıkıştığı bir dönemde Türkiye’ye bir miktar “rüşvet” vererek durumu kurtarma çalışmaları olarak algılandı. Türkiye için de bir nevi AB’nin bekçiliği suçlaması ile bu şartlarla anlaşmayı kabul etmesi olarak bir hayli eleştirildi.

Peki Anlaşma Doğru Muydu?

Aslında bu eleştiriler çerçevesinde baktığımızda bir sürü eksik, yanlış bulabiliriz. Türkiye-AB ilişkileri açısından zaten kaybolan güven ilişkisinin bu anlaşmayla iyice çıkar ilişkisine döndüğünü de söylemek mümkün. Ben ise meseleye biraz daha farklı bir yerden bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum. O da Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilerin karşı karşıya kaldığı şartlar ve sorunlar. Nitekim başta Ege ve Güney Doğu Anadolu olmak üzere birçok bölgede kamplarda yer bulamayan mültecilerin önemli sorunları olduğunu görüyoruz.

Birincisi Türkiye’nin tanımadığı “mültecilik” kurumu nedeniyle şu an sadece yasal olarak “Koruma Altında” statüsüne sahip Suriyeliler. Bu statü nedeniyle çalışma iznine sahip değiller. Bu çerçevede ya kayıt dışı çalıştırılıyorlar ya da hiç iş bulamıyorlar. Yaşadıkları bölgelerde toplum içerisine entegre olma konusunda da henüz ortaya koyulmuş bir plan yok. Nitekim böyle bir plan yapılsa dahi bu planı hayata geçirmek de bir hayli yüksek bir maliyete sahip.

Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarına göre 2012’den bu yana Türkiye’de yaşayan mültecilere 7 milyar dolar harcama yapmış durumda. Nitekim kendisinin kaynaklarının geniş olduğunu düşünerek bu rakamı doğru kabul edebiliriz. Ya da Radikal Gazetesi yazarı Uğur Gürses’in kamu kurumlarından bilgi toplayarak yaptığı bir başka hesap var. (http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ugur-gurses/suriyeli-siginmacilarin-maliyeti-muglk-1467763/)

Bu hesaba göre ise Türkiye, Suriyeli mültecilere yaklaşık 5 milyar TL para harcamış durumda. Bu da yıllık yaklaşık 1.5 milyar TL’ye tekabül ediyor. Yani 500 milyon dolar. Euro karşılığı 450 milyon Euro. Bu noktada AB’nin Türkiye’ye vaat ettiği 3 milyar Euro’luk desteğin önemi bu noktada daha net ortaya çıkıyor. Bu gelecek katkı Türkiye’nin daha fazla mülteciye, daha iyi yaşam standartları sunabilmesi anlamına gelebilecek. Bu noktada bizlere düşen de bu kaynağın ve ülkemiz bütçesinden mültecilere ayrılan kaynağın etkin bir şekilde kullanılıp kullanılmadığı olacak.

Olaya Suriye’ler açısından baktığımızda kaba bir hesapla 1.5 milyon Suriyeli mültecinin daha sokaklardan kurtarılması, yaşam standartlarının en azından kamplardaki seviyeye (orada her şey mükemmel demiyorum ama en azından temel sorunları çözülüyor) getirilmesi demek. Bu açıdan anlaşmayı nasıl eleştirirseniz eleştirin, arada bir de Suriye’lilerin açısından olaya bakmayı ihmal etmeyin.